25 Eylül 2007 Salı

Aç Kalın, Budala Kalın (Stay Hungry. Stay Foolish)

Siyah cübbenin altında kot pantalon ve sandaletleriyle Steve Jobs. Stanford Üniversitesi mezuniyet töreni. 12 Haziran 2005. Stanford Stadyumu; 4.662 mezun, 23.000 izleyici.

“Bugün dünyanın en iyi üniversitelerinden birinin diploma töreninde sizlerle birlikte olmaktan onur duyuyorum. Ben üniversiteden hiç mezun olmadım. Doğruyu söylemek gerekirse, mezuniyete en yaklaştığım an da bu an!

Sizlere hayatımla ilgili üç hikaye anlatacağım. Hepsi bu. Büyütülecek birşey değil. Sadece üç hikaye.

İlki noktaları birleştirmekle ilgili.

İlk 6 aydan sonra Reed Üniversitesinde derslere girmeyi bıraktım, ancak gerçek anlamda okulu bırakana kadar bir 18 ay kadar daha okulda kaldım. Okulu neden bıraktım?

Olay ben doğmadan başlamıştı. Biyolojik annem genç, evlenmemiş bir üniversite mezunuydu ve beni evlatlık vermeye karar vermişti. Beni üniversite mezunu bir çiftin evlatlık almasını çok istiyordu, sonunda da bir avukat ve karısı tarafından alınmam için herşey hazırdı. Tek sorun, ben ortaya çıktıktan sonra, beni evlat edinecek çiftin esasında bir kız çocuğu istediklerini anlamış olmalarıydı. Bir gece yarısı, bekleme listesinde olan müstakbel aileme bir telefon geldi: “Elimizde beklenmedik bir erkek bebek var, onu istiyor musunuz?”. Onlar da “tabii ki” diye yanıtladılar. Biyolojik annem, annemin üniversiteyi, babamın ise liseyi bile bitirmemiş olduğunu öğrendiğinde evlatlık verme işlemini tamamlayacak son kağıtları imzalamayı reddetti. Ancak birkaç ay sonra, ailemin beni üniversiteye yollayacaklarına dair söz verdikten sonra ikna oldu.

Ve 17 sene sonra üniversiteye başladım ama saf bir şekilde neredeyse Stanford kadar pahalı bir okul seçtim, ve emekçi ailemin bütün birikimleri benim okul parama gidiyordu. Altı ay sonra, buna değmeyeceğini farkettim. Hayatımla ilgili ne yapmam gerektiği konusunda hiçbir fikrim yoktu ve üniversitenin de bunu bulmam için bana nasıl fayda sağlayacağını çözememiştim. Ve orada durmuş ailemin hayat boyu biriktirdiği parayı harcıyordum.. Sonuçta okulu bırakmaya ve herşeyin yoluna gireceğine inanmaya karar verdim. O zaman çok korkutucu gelmişti ama geriye dönüp baktığımda hayatımda verdiğim en iyi kararlardan biri olduğunu görüyorum. Okulu bıraktığım an, zorunlu fakat gereksiz olan ve ilgimi çekmeyen tüm dersleri almama gerek kalmamıştı. Böylece sadece bana ilginç gözüken derslere girebilecektim.

Bu aslında hiç de romantik bir durum değildi. Yurt odam olmadığından arkadaşlarımın odalarında yerde yatıyor, kola şişelerinin 5 sentlik depozitolarıyla yemek alıyor, her pazar akşamı güzel bir yemek yemek için 7 mil uzaktaki Hare Krishna kilisesine gidiyordum. Çok güzeldi. Merakım ve sezgilerim sayesinde içine düştüğüm çoğu şey daha sonra benim için paha biçilmez deneyimlere dönüştü.

Bir örnek vereyim: O zamanlar Reed Üniversitesi muhtemelen ülkedeki en iyi kaligrafi dersini veriyordu. Kampüsteki her poster, çekmecelerdeki her etiket, çok güzel şekilde elle kaligre edilmişti. Okulu bırakmış olduğum ve zorunlu dersleri almak zorunda olmadığım için kaligrafi dersi alıp nasıl yapıldığını öğrenmeye karar verdim. Serif ve san serif yazı karakterleri, değişik harf kombinasyonları arasındaki boşluğu ayarlama ve harika bir tipografiyi harika yapanın ne olduğu hakkında çok şey öğrendim. Çok güzeldi; tarihsel ve sanatsal olarak o kadar inceydi ki bilim hiçbir şekilde bunu yakalayamazdı ve ben bunu muhteşem buldum. Bunların hayatımda pratik bir uygulama bulma olasılığı yoktu. Ama on sene sonra, ilk Macintosh’u tasarlarken, bir anda aklıma geliverdi. Bunların hepsini Mac’te kullandık. Mac güzel bir tipografiye sahip ilk bilgisayardı.

Eğer o derse hiç girmemiş olsaydım, Mac hiç çok yönlü yazı karakterlerine veya boşlukları doğru orantıda kullanan fontlara sahip olmayacaktı. Windows da Mac’ten kopyaladığına göre, hiçbir kişisel bilgisayarın bunlara sahip olmayacağı muhtemeldir. Okulu bırakmamış olsaydım, o kaligrafi dersine girmemiş olacaktım, ve kişisel bilgisayarlar şu an sahip oldukları o harika tipografiye sahip olamayabileceklerdi. Tabii ki üniversitedeyken noktaları ileriye bakarak birleştirmek imkansızdı. Fakat on sene sonra geriye dönüp baktığımda herşey çok ama çok berraktı.

Tekrar söylüyorum, noktaları ileriye bakarak birleştiremezsiniz; onları sadece geriye baktığınızda birleştirebilirsiniz. Noktaların gelecekte bir şekilde birleşeceğine inanmanız gerekiyor. Birşeye güvenmelisiniz - cesaretinize, kaderinize, hayata, karmaya, herhangi birşeye. Bu yaklaşım beni hiçbir zaman yolda bırakmadığı gibi hayatımı da bütünüyle değiştirdi.

İkinci hikayem sevgiyle ve kaybetmekle ilgili.

Hayatımın erken bir döneminde neyi sevdiğimi bulduğum için şanslıydım. Woz (Steve Wozniak) ve ben Apple‘ı 20 yaşındayken ailemin garajında kurduk. Çok yoğun çalıştık, ve 10 sene sonra Apple garajdaki iki kişiden, 4000 çalışanı olan 2 milyar dolarlık bir şirkete dönüşmüştü. En nadide ürünümüz Macintosh’u piyasaya sürdüğümüzde ben 30 yaşına yeni basmıştım.

Ardından kovuldum.

Kendi kurduğunuz bir şirketten nasıl kovulabilirsiniz? Şöyle: Apple büyük bir şirket haline geldiği için biz de şirketi benimle birlikte yönetebilicek, yetenekli olduğuna inandığım birini işe aldık ve ilk sene işler iyi gitti. Fakat daha sonra, geleceğe yönelik görüşlerimiz farklılık göstermeye başladı ve bir noktada koptu. Bu noktada yönetim kurulumuz onun tarafında yer aldı. Sonuçta 30 yaşında dışarıda kalmıştım. Hem de herkesin gözü önünde. Hayatımın odak noktası olan şey bir anda yokolmuştu, bu büyük bir yıkımdı.

Birkaç ay ne yapacağımı bilemedim. Bir önceki girişimci nesli yüz üstü bırakmış, rütbe tam bana teslim edilirken onu elimden düşürmüş gibi hissetmiştim. Dave Packard ve Bob Noyce’dan bu başarısızlığım için özür diledim. Fazla göz önünde olan bir başarısızlık sembolü olmuştum ve vadiden kaçmayı bile düşündüm. Fakat içimde bir şeyler uyanmaya başladı, yaptığım işi hala sevdiğimi farkettim. Apple’da olanlar bunu en ufak şekilde değiştirememişti. Dışlanmıştım ama hala aşıktım. Ve yeniden başlamaya karar verdim.

O zaman farkına varmamıştım ama Apple’dan kovulmak başıma gelebilecek en iyi şey olmuştu. Başarılı olmanın ağırlığı yeniden başlamanın hafifliğiyle yer değiştirmişti, hiçbir şey hakkında eskisi kadar emin değildim. Hayatımın en yapıcı dönemine girmek üzere özgürleşmiştim.

Sonraki beş sene NeXT adında bir şirket kurdum, Pixar adında başka bir şirket, ve eşim olacak inanılmaz kadına aşık olmuştum. Pixar’da dünyanın ilk bilgisayar animasyon filmi Toy Story‘yi yaptık ve şu an dünyanın en başarılı animasyon stüdyosuyuz. İnanılmaz olaylar zincirinden sonra, Apple NeXT’i satın aldı, ben Apple’a döndüm ve Apple’ın yenilenmesinin kalbinde NeXT’te geliştirdiğimiz teknoloji yatıyor. Ve Laurence ile harika bir aile kurduk.

Apple’dan kovulmamış olsaydım bunların hiçbirinin olmayacağından son derece eminim. Tadı çok kötü bir ilaçtı, ama sanırım hastanın da buna ihtiyacı vardı.

Bazen hayat kafanıza bir tuğlayla vurur. Sakın inancınızı kaybetmeyin.

Devam etmeme sebep olan şeyin yaptığım işe olan aşkım olduğuna ikna olmuş durumdayım. Neyi sevdiğinizi bulmanız gerek. Ve bu aşklarınız için geçerli olduğu gibi işiniz için de geçerlidir. İşiniz hayatınızın büyük bir kısmını kaplayacak ve gerçek anlamda tatmin olmanın tek yolu harika bir iş olduğuna inandığınız şeyi yapmanızdır. Ve harika bir iş yapmanın tek yolu ise yaptığınızı sevmenizden geçer. Henüz bulamadıysanız, aramaya devam edin.

Durulmayın. Tüm gönül meseleleri gibi, onu bulduğunuz zaman anlayacaksınız. Ve her büyük ilişki gibi, seneler geçtikçe daha da güzelleşecek. Yani bulana kadar devam edin. Yılmayın.

Üçüncü hikayem ölüm hakkında.

On yedi yaşındayken, şöyle bir şey okumuştum:

“Her gününü, hayatının son günüymüş gibi yaşarsan, günün birinde haklı çıkarsın.”

Bu cümle beni çok etkilemişti ve o günden bu yana, yani 33 yıldır, her sabah aynaya bakıp, kendi kendime hep şunu sordum: “Eğer bugün hayatının son günü olsaydı, bugün (normalde) yapacağın şeyleri yapmak ister miydim?” Uzun süre art arda, “Hayır,” yanıtını verdiğimde, bir şeyleri değiştirmem gerektiğini anladım.

İnsanın kısa süre içinde öleceğini bilmesi, yaşantısına damga vuracak kararlar vermesi açısından büyük önem taşır. Çünkü her şey, tüm dış beklentiler, gururlar, küçük düşme ya da başarısızlık korkuları - tüm bunlar ölüm karşısında değerlerini yitirir, yalnızca ölümdür önemli olan.

Kaybedecek bir şeyler olduğu (tuzak) düşünceyi yok etmenin en iyi yolu insanın öleceğini hatırlamasıdır. Zaten çıplak ve savunmasızsın. Yüreğinin sesini dinlememen için hiçbir neden yok.

Bir yıl kadan önce bana kanser teşhisi kondu. Sabah 7:30’da girdiğim ultrasonda pankreastaki tümör bariz bir şekilde görünüyordu. Bense pankreasın ne olduğunu bile bilmiyordum. Doktorlar bu tip bir kanserin tedavisinin neredeyse imkansız olduğunu ve üç ila altı aydan fazla yaşamayı beklemememi söylediler. Bu, çocuklarınıza ilerideki 10 yıl içinde söyleyeceklerinizi birkaç ay içinde söylemeye çalışmak demekti. Bu, aileniz rahatı için gerekli herşeyin kısa zamanda yapılması demekti. Bu veda etmek demekti.

Bütün gün o teşhisle yaşadım. Akşama doğru biyopsi yapıldı, boğazımdan bir endoskop soktular, mide ve bağırsaklarımdan geçerek bir iğneyle pankreasımdaki tümörden birkaç hücre aldılar. Ben narkozla uyutulmuştum, fakat eşimin söylediğine göre doktorlar alınan hücreleri mikroskobun altına koyduklarında sevinç çığlıkları attığını söyledi. Benim kanserim ameliyatla tedavi edilebilecek bir türdenmiş. Ameliyat oldum ve şimdi iyileştim.

Beni ölüme en çok yaklaştıran olay budur ve umarım uzun yıllar boyunca bir daha bu denli yaklaşmam. Bu deneyimi yaşamış biri olarak diyebilirim ki ölüm faydalı fakat sadece entelektüel bir kavramdır.

Hiç kimse ölmek istemez. Cennete gitmek isteyenler bile, oraya gitmek uğruna ölümü göze almak istemezler. Oysa ölüm hepimizin ortak sonu. Şimdiye dek hiç kimse ölümden kaçamamıştır. Bunun böyle de olması gerekir, çünkü ölüm hayatın en güzel icatlarından birisi. Hayat’ın değişim ajanı. Yenilere yer açmak için, eskilerden kurtulmanın tek çaresi. Şu an için yeni sizsiniz, ama günün birinde, üstelik pek yakında siz de eskiyecek ve aradan çıkarılacaksınız. Bu kadar acımasız olduğum için üzgünüm, ama gerçek bu.

Zamanınız kısıtlı, bu yüzden başkalarının hayatını yaşayarak onu harcamayın. Başkalarının düşüncelerinin sonuçlarıyla yaşama dogmasına takılıp kalmayın. Başka insanların fikirlerinin gürültüsünün kendi kalbinizin sesini duymanızı engellemesine izin vermeyin. Ve en önemlisi kalbinizin ve sezgilerinizin yolundan gidecek cesarete sahip olun. Kalbiniz ve sezgileriniz ne yapmak istediğinizi bilirler. Bunun dışındaki herşey ikinci planda.

Gençliğimde, bizim neslin kutsal dergilerinden biri sayılan, The Whole Earth Catalog adında inanılmaz bir yayın vardı. Menlo Park yakınlarında yaşayan Steward Brand adında biri tarafından şiirsel bir tarzla kaleme alınmıştı. Size anlattığım bu olay, 1960′lardan kalma, masa üstü bilgisayarlardan ve bilgisayar destekli yayınlardan önce, yani bu dergi daktilolar, makaslar ve polaroid kameraların yardımıyla yapılmıştı. Google ortaya çıkmadan 35 yıl önce, dergi formatında bir Google gibiydi: idealistti, anlaşılır bilgiler ve harika görüşlerle doluydu.

Stewart ve ekibi bunun birçok baskısını yayımladılar ve dergi miyadını doldurduğunda son bir baskı yaptılar. 1970′lerin ortalarıydı, o zamanlar sizin yaşlarınızdaydım. Son baskının arka kapağında, sabahın erken saatlerinde çekilmiş bir yol fotoğrafı vardı, hani her maceracının kendini otostop çekerken bulabileceği yollardan biri.

Fotoğrafın altında şu sözler yer alıyordu: “Aç Kalın, Budala Kalın (Stay Hungry. Stay Foolish).” Aramızdan ayrılırken bize verdikleri veda mesajları buydu. Aç Kalın, Budala Kalın. Kendim için hep bunu diledim. Ve şimdi, sizin için de aynı dilekte bulunuyorum:

Aç Kalın, Budala Kalın.

Hepinize çok teşekkür ederim.”

Steve Jobs.

16 Haziran 2007 Cumartesi

Nerede hata yapıyorum

Çok defa iletişimimiz önünde oluşan engeller karşısında" nerede hata yapıyorum?"sorusunu yöneltiriz. nerede hata yapıyormuşuz;

1) emretme, yönetme:
" yapman gerekir..........., .yapacaksın............ , yapmak zorundasın.......... "
korku yada aktif direnç yapabilir.
isyankar davranışa yol açabilir.
söylenenlerin tersini denemeye yol açabilir.

2) uyarma tehdit etme ( göz dagi verme ):
" yapmazsan .........olur." " yapacaksın yoksa ........"
korku ve boyun egme yapabilir.
söz konusu sonuçları denemeye yol açabilir.
gücenme kızgınlık isyankarlığa yol açabilir.

3) ahlak dersi verme, vaaz etme:
".......yapmalıydın" "senin sorumluluğun" ".....söyle yapmak gerekir."
zorunluluk yada suçluluk duyguları yapar.
çocuğun durumunu daha şiddetle savunmasına yol açabilir.

4) öğüt verme, çözüm getirme, fikir verme:
"ben olsam, ........", " neden yapmıyorsun......", "bence....", "sana sunu önereceğim........."
çocuğun kendi sorunlarını çözmekten aciz olduğunu ima eder.
çocuğun sorunu düşünüp değişik çözümler bulup denemesine engel olur.

5) mantık yoluyla inandırma tartışma:
" iste bu nedenle hatalısın ", " olaylar gösteriyor ki"
savunucu tutumu ve karsı koymayı kışkırtır.
çocuğun azarlanma korkusuyla iletişimi kesmesine neden olabilir.

6) yargılama, eleştiri, suçlama:
" olgunca düşünmüyorsun....." "sen zaten tembelsin ....."
yetersizlik, aptallık yanlış değerlendirilme anlamı taşır.
genellikle çocuk eleştirileri gerçek olarak algılar "ben kötüyüm" yada karşılık verir " sizde daha mükemmel değilsiniz.

7) ad takma, gülünç duruma düşürme :
" koca bebek " " hadi bakalım Süpermen " "geri zekalı "
-çocuğun kendisini değersiz hissetmesine, sevilmediği kanısına varmasına yol açar.
genellikle karşılık verme ihtiyacını doğurur.

8) tahlil etme, teşhis, tanı koyma :
" senin derdin nedir biliyor musun? " " herhalde çok yorgunsun " "aslında sen öyle demek istemiyorsun."
tedirgin edici olabilir ve basarisizlik duygusu uyandırabilir.
çocuk yanlış anlaşılma endişesiyle iletişimi keser.

9) incelemek, araştırmak, soruşturmak:
" neden ? ........ Kim? ........ Sen ne yaptın?........ Nasıl?......."
soruları cevaplamak genellikle eleştiri ve zorunlu çözüm getirdiğinden, çocukları hayır demeye ve kaçamak cevaplar vermeye yalan söylemeye yöneltir.
sorular genellikle soruyu sıranın nereye varmak istediğini açıklamadığından, çocuk endişeye ve korkuya kapılır.
ailenin endişesinden doğan sorulara cevap vermeye çalışan çocuk kendi sorununu gözden kaçırabilir.

23 Mayıs 2007 Çarşamba

İlk Adım Aklını Kullanmak

Matematikteki benzerlik gibi Yaşadığımız ortamda başarılı olduğunuz bir yöntem onu kullanmadığınız diğer ortamlarda da geçerli olabilir.
Satranç öğreniyorum yazısından alıntı:


* Kuracağımız plan rakibimizin tehditleriyle uyum içerisinde olmalı. Bunu Tarrasch'ın oyununda görebiliriz. d2 karesindeki kötü fili kurtarmak için kurduğu plan rakibin zayıf b2 piyonuna saldırmasıyla örtüştü ve Tarrasch bu planı uygularken çok da zorlanmadı. Sonucunda ise oyunu kaybetmek yerine belki de çok zor olan beraberliğe ulaştı.

* Hepimizin aşağı yukarı böyle konumlarda kaybettiği maçları vardır.Yapmamız gereken bu maçları analiz etmek ve kurduğumuz planların eksik yanını bulmaktır. Gelişmek istiyorsak kendi maçlarımızla ilgilenmeliyiz. "Ben en çok kendi maçlarımı analiz ederken ilerlediğimi hissettim." ve benzeri cümleleri çoğumuz duymuşuzdur. Peki kaçımız bunu uyguluyor?

* Plan kurmanın önemini bilmeyenler için şu bilindik sözü hatırlatalım "Yanlış bir plan , hiç plan kurmamaktan daha iyidir" Nasıl yani demeyin. Hiç kimse doğduğunda büyük usta değildi. Bugünlere yanlış planlar kurarak geldiler... Kuracak bir plan bulamıyorum diyorsanız. Tahtadaki en kötü taşınızı saptayın ve o­nu daha iyi bir kareye taşımak üzerine bir plan kurun. Evet bu işe böyle başlamak uygun olmaz mı?

17 Mayıs 2007 Perşembe

Önemli olan, patronun patronluğunu, yöneticinin de yöneticiliğini bilmesi gerekliliğidir.


Üzeyir GARİH, "Küreselleşme Sürecinde Türk İşletmelerinin Sorunları ve Çözüm Önerileri" başlığı altında, genç işadamlarına deneyimlerinin ışığında tavsiyelerde bulundu ve ilk olarak, işletmelerde patron-yönetici farkının belirlenemediğini vurguladı:

"Önemli olan, patronun patronluğunu, yöneticinin de yöneticiliğini bilmesi gerekliliğidir. Türkiye'de kurumlar küçükten büyüğe doğru gelişiyor. İşler büyüdükçe sorunlar da çoğalıyor. Yönetim teknikleri usulüne uygun olarak uygulanmalıdır. İşi büyütünce bir yöneticiye ihtiyaç vardır. Bu sıkıntılar ikinci jenerasyonda kendini daha belirgin gösteriyor. Sıkıntılar da, yönetici ile patron arasındaki farkın iyi hazmedilmemiş olmasından ileri geliyor. Patron nedir? Yönetici nedir? Patron yönetici değildir. İçinizde patronlar varsa yöneticiliği bırakınız derim. İşinde belli bir seviyenin üzerine çıkanlar yönetim tekniklerini kavrasalar bile yöneticiliği bırakmalıdırlar. Ben patronluğa 1991'de soyundum. O zamana kadar şirketimin yöneticisi idim. Patron, yönetim yükünü taşımamalıdır. Patronun 4 görevi vardır: Yönlendirme, denetleme- irdeleme, danışılma ve onaydır. Patronlar kendi kendilerini kovamazlar, kendi kendilerini affederler. En büyük tehlike, bir yönetimde iki kişinin aynı anda bulunmasıdır".

GARİH'e göre bir de "murahhas üyelik" sendromu ve yanılgısı var: "Birçok patron oğullarını yönetim kuruluna alır ve onları murahhas üye yapar. Halbuki, bir genel müdür yoksa problem yoktur ama bir de genel müdür varsa aralarında işbölümü yapmak zordur. Genel müdür o sorumluluğu yüklenen ama yetkisi o sorumluluğu yüklenecek kadar geliştirilmemiş bir zavallı olarak kalır. Bundan daha büyük bir hata düşünülemez. Yönetici genel müdürdür. Patron yönetim kuruludur, şirkete yön verir. Genel müdür ise patrona hesap verir. Patron mutlaka irdeler ve denetler. Denetleme işi mutlaka patronda olmalıdır, kendisine danışılır ve en sonunda da onaylar. Pratikte patron, uzun zaman yönetmeye alışmış bir kişi olarak sürekli işe karışacaktır. Bu kişiler de genellikle babalardır. Bunu önlemenin çaresi, patronu huyundan vazgeçirmek için ona karar verdirmemektir. Bunun için ona kabiliyet ve ihtisaslarına göre yoğun görevler verilmelidir".

Üzeyir GARİH'in ikinci jenerasyon için önerileri de şunlar: "2. jenerasyonun durumuna bakarsak, babanız bir gün ölecek ya da işten çekilecek. Ben aşağı yukarı 15 senedir ölüm planı yaparım, çocuklarım büyüdükçe her sene de değiştiririm. Babalarınıza tavsiyede bulunuyorum. Size bir ölüm planı yapsınlar. Uygun bir dille babanıza, biz ne olacağız? diye sorarak kendinizi patronluğa alıştırın, gerekirse babanıza hatırlatın. Ölüm planı üzerine tartışmaların yaşanması da normaldir. 2. jenerasyona geçerken bir takım sistemler düşünülmelidir. Yoksa miras kavgası olur. Çünkü insanlar doğuştan savaşçılardır. Yaradılışları itibarıyle güç kavgası verirler". "Patronun, kendi yöneticisinin talimatıyla yapacağı işler vardır. Bunlardan biri pazarlamadır, yani iş geliştirmedir. Müşteri bulma ve müşteriye satma mecburiyetindedir. İkincisi operation dediğimiz işin gereklerini yerine getirmedir. Üçüncüsü ve en önemlisi mali işlerdir. Dördüncüsü insan kaynaklarıdır. Mali işler en önemli hadisedir. Bundan 50 sene önce şirketlerin başında mühendisler otururdu çünkü üretmek esastı. Üretim geliştikçe pazar daralmaya başladı ve işlerin başına teknik bir temel üzerine pazarlama konusunda uzmanlaşmış kimseleri koymaya başladılar. Çünkü malı satmaları gerekiyordu. Fakat bugün artık işlerin başında finans adamları var".

GARİH'in genç işadamlarına diğer öğütleri de şunlar: "Bir işadamı, bir cambaz gibi ikisi lastik, biri taş olmak üzere 3 tane topla oynar. Lastik topların biri kar, biri özvarlıktır, taş top da likiditedir. Bu taş topu düşürürseniz batarsınız, diğerlerini düşürünce değil. Bir işi aldığınız zaman kara bakmayacaksınız, nakit akımına bakacaksınız. Nakit sıkıntısı içinde olduğunuz zaman krediler, banka faizleri, ipotekler vs. farkında olmazsınız ama sıfır durumdasınızdır. Likidite elden gidince muhasebe de gider. İki türlü muhasebe vardır: biri ticari muhasebe, biri de işletme muhasebesidir. İşletme muhasebesi 'Nerdeyiz?' sorusuna cevap verir, önemli olan da budur. Aynı rakamların compute edilmesi suretiyle başka neticelerin elde edilmesidir. İşletme muhasebesinden, kredi- özvarlık oranı anlaşılır. İşletmelerde en önemli bölümlerden biri de insan kaynaklarıdır. Her masadaki işin tarifinin gerektirdiği fizik, psikolojik, fizyolojik, entellektüel ölçüleri bilmek gerekir. Personelin motivasyonlarına da bakılmalıdır. Bunun biraz daha gelişmişi insan borsasıdır. İşadamı, hem rahip, hem cellattır. Denetleme çok önemlidir. 4 türlü olur ve mutlaka patrona bağlı olmalıdır. Birincisi ihbar üzerine, ikincisi vergi usul kanununa göre denetleme, üçüncüsü yönetim usullerinin yerine getirilip getirilmediğine ilişkin denetleme. Dördüncüsü izleme ve değerlendirmedir. Satın almaya da çok önem verilmelidir. Bunun için de iyi bir planlama yapılmalıdır. Uygun malın uygun insanlarla uygun enerjiyle bulunmasını sağlayacak olan planlamadır. Tavsiye ederim, şirketinizde planlama uzmanları bulundurun". "Ekip çalışmasından da bahsetmek istiyorum. Yardımlaşma içinde ve rotasyona göre çalışılmalıdır ki bizim bunu becerdiğimiz söylenemez. Bir ekipte sırasıyla şu özellikler bulunmalıdır: Öncelikle fikir üretimi; iş bitirme azim ve heyecanı; çalışkanlık -ibadet halinde-; bilgi -yoksa satın alınmalı-; deneyim; finans; yönetim; denetim, içte ve dışta iyi ilişkiler; son olarak da bünye içi iyi ilişkiler kurulmalıdır. Kurumun bir misyonu olmalı, bir kurum felsefesi oturtulmalıdır. Sonra rakamsal hedefler konulmalıdır. Bunlar, kuruluş felsefemizin sınırları içinde yapılmalıdır". "Bizim her toplantıdan önce ve sonra okunan felsefemiz şöyledir: Devlete, ortağımıza, müşterimize, paydaşımıza daima dürüst davranmak. Faaliyetlerimizde doğa dengesini ve şirket içi sosyal dengeyi bozmamak. Sosyal denge şudur: Arabamla seyahat ediyorsam, korumam ya da şoförüm benimle aynı otelde kalır. Bir yerde yemek yiyorsam şoförüme de parasını verip uygun yerde yemesini söylerim. Müşteri velinimettir, müşteri daima haklıdır. Müşteri bizim verdiğimizle yetinse bile biz ona daha kalitelisini, iyisini vermeye çalışacağız. Kalite bizim istikbalimizin garantisidir, müşterinin memnun olması yetmez. Biz bir imarethane, bir vakıf değiliz. Kar etmek esastır. Paydaşımıza kar borçluyuz. Kar etmek en mukaddes şeydir, başarımızın göstergesidir. Bizde otonom yönetim merkezli denetim sistemi vardır. Otonom yönetimi birimler bazında değil kişi bazına indireceğiz. Kimse kimseye talimat vermeyecektir. Herkes kendi kararını verip bir üstüne onaylatacaktır. Otonomi kişiye kadar indirilmelidir. Tüm personelimizi karla motive edeceğiz. Senede bir kaç gün veya saat eğiteceğiz. Mümkün olduğunca maaşlı memur sayısını azaltıp, primle kendilerine çalışan sonuçta şirkete çalışan insanlar çalıştırmak. Son olarak da; biz bir ekibiz, karı-zararı, başarıyı-başarısızlığı paylaşacağız". "Dünyada iki felsefe vardır. Biri Ezop'un, diğeri Makyavel'indir. Ben Ezop felsefesiyle yetiştim. Ezop diyor ki "gerçekler önemlidir, görünümler bir şey ifade etmez". 11. sınıftayken Makyavel'in Hükümdar adlı kitabı elime geçince gördüm ki Makyavel diyor ki: "realiteler önemli değildir, görünümler önemlidir". Deneyimlerimden görünümlerin önemli olduğunu gördüm. Buradan hareketle insan borsasına geçmek istiyorum. Modern şirketlerde insan borsası vardır. İlk olarak kendini tanı testi yapılmalıdır. Bir tablo yapılır. Ortalama 15-20 karakter yazılır. Her bir kişinin adları kağıtlara yazılarak birbirini iyi tanıyan, aynı seviyede belli sayıda kişiye dağıtılır. Her bir kişi, kağıtta kimin adı yazılıysa onunla ilgili düşüncelerini işaretleyerek onun zarfına koyar ve bir sepete atar. Zarflar toplanınca, herkese kendine ait zarfı verilir. Ancak zarfların kimlerden geldiği bilinmez. Diğerlerinin düşüncelerinin ortalaması alınır. Çoğunluk tarafından görülen olumsuz bir özellik varsa o yönünü düzeltmeye çalışır. İkinci aşamada, ortalama bir sene kadar sonra bu bilgiler herkesin bileceği şekle çevrilir. Ortalamalar personelde veya insan kaynakları bölümünde toplanarak herkese ait bir eğri çıkarılır. Herkes herkesi bilir ve olabildiğince kendini düzeltmeye çalışır. Üçüncü kademede yani ikinci senenin sonunda bunlar bir bilgisayar programına aktarılır. Bilgileri her an değiştirebilirsiniz. Kişiler, birbirleri hakkındaki anlık durum değişikliklerini bir passwordle bilgisayara girebilir. Amirler de girebilir ancak alttakiler giremez. Burdan bir çan eğrisi çıkar. En az iyi olan istifa eder, başka çaresi yoktur. Bu bir insan borsasıdır. Bir kişi, diğerlerinin kendisi hakkında ne düşündüğünü borsa gibi bilir"

İşadamı Üzeyir GARİH sözlerini şöyle bitirdi: "Enine büyüme ve boyuna büyüme diye iki türlü büyüme vardır. Enine büyüme demek, aynı konuda büyüme demektir. Bunun için konuda ihtisas sahibi olmak gereklidir. Boyuna büyümede ise farklı konulara yatırım yaparsınız ve farklı konularda ihtisas sahibi olmak durumunda olursunuz. Bunun güçlü tarafı, yumurtaları bir sepete koyduğunuz için avantajlısınızdır. Ancak, boyuna büyümede yönetim tekniklerini bilmek çok önemlidir. Türkiye'de boyuna büyümenin nedeni, devletin vermiş olduğu birtakım teşviklerden, avantajlardan istifade etmek içindir.

Globalleşen bir dünyada ihtisaslaşma önemlidir. Dekatloncular gibi, her dalda çok iyi olmak mümkün değildir. Dolayısıyla biliyoruz ki biz de dahil bazı şirketlerimizden silkineceğiz. Bazı şirketlerimizi satacağız. Böylelikle konsantrasyonumuz daha yüksek olacaktır".

16 Mayıs 2007 Çarşamba

Alışkanlıklar zıt alışkanlıklarla önlenir.


Az anlamak, ters anlamaktan iyidir.
Beyazlar zencileri olimpiyattan olimpiyata severler.
Aliskanliklar zit aliskanliklarla onlenir.
Cevre, cevrecilere birakilmyacak kadar ciddi bir istir.
Dikkat, hici herseye donusturur.
En buyuk zaman hirsizi kararsizliktir C.FLORY
En cok sikayet edenler, en cok sikayet edilenlerdir.
Fakir insan mali az olan degil, arzusu cok olandir.
Hicbir sey icat edilmedi, yeniden kesfedildi. RODIN
Insana aradigi seye bakilarak deger bicilir.
Istemek, "Istiyorum" demek degil, harekete gecmektir.
Kamuoyu son derece hoşgörülüdür. Dahiler dışında herşeyi unutur.

Kaybetmemek için zaaflarını, kazanmak için gücünüzü bilin.
Kelimelerin gücünü anlamadan, insanların gücünü anlayamazsınız....Konfüçyüs
Kendini yönetirsen, dünyayı yönetecek gücü bulabilirsin.
Kitaplar da dost gibidir, az fakat iyi secilmis olmalidir. S.J.HARRIS
Kokunu begenmeyen dal ve dalini beyenmeyen meyve olmadan curur. NECP FAZIL KISAKUREK
Konusmalarin en onemlisi kendi kendimize olanidir. Ama bunu cogu zaman ihmal ederiz.

Luzumsuz bi sey almak istemiyorsan panayirlara kosma. GOETHE
Moda denilen sey o kadar cirkindir ki onu her alti ayda bir degistirirler. OSCAR WILDE
Ne yoksuldur sabri olmayanlar. SHAKESPEARE
Nezaket insana para kazandirmaz ama herseyi satin alir. L.MONTAIGNE
Sonuclari degil, baslangiclari degistirmek gerekir.

Sormaz ki bilsin, bilmez ki sorsun.
Soz kalpten cikarsa kalbe kadar gider, dilden cikarsa kulagi asamaz.
Tarih degil, hatalar tekerrur eder.
Ucuz adam pahali mal satmaz.

14 Şubat 2007 Çarşamba

Çamaşır Suyu Kullanmımında dikkat edilecek hususlar

ÇAMAŞIR SUYU KULLANIMINDAKİ TEHLİKELER VE KORUNMA

Çamaşır suyunun amonyak içeren temizleyicilerle karışımı veya idrar temizlemek için çamaşır suyu kullanımı zehirli klor gazları çıkarabilir ve azot triklorit denilen bir patlayıcı oluşturabilir. Sodyum Hipoklorit içeren çamaşır suları hiçbir zaman asitler ile beraber kullanılmamalıdır. (Tuz ruhu , kireç çözücüler vb.) Asitler ile beraber kullanımı ölüme varabilecek zehirlenmelere neden olabilir.

Kapalı yerlerde uzun süre solunmamalıdır. Açığa çıkan klor, organik maddelerle kanserojen madde olarak bilinen kloroform gibi trialometan oluşturan tepkimeler vermektedir.

Klor solunum yollarını tahriş eder. Burun dokusuna zarar verir ve deriyi yakar. 3,5 ppm (part per million : milyonda bir parçacık) kadar az bir değeri koku olarak algılanabilir ve 1.000 ppm değeri birkaç derin nefesten sonra ölümcül olabilir. Ortalama ağırlıkta bir kişi için haftada 40 saatlık çalışma süresinde, 8 saat içinde, 0,5 ppm’den daha fazla klora maruz kalınmamalıdır.

Çamaşır suyunun çıplak elle kullanılmaması gerekir, mutlaka eldiven kullanılmalıdır. İstenmeden göz ve deriye temas etmesi halinde vakit geçirmeden bol su ile yıkanmalıdır.

İçilmesi halinde zehir etkisi yapar, derhal doktora başvurulmalıdır.

Kezzap-Tuzruhu gibi asitli maddelerle karıştırılmamalıdır. Yapılması klor gazının açığa çıkmasına yol açar.

Sadece keten ve pamuklu çamaşırlar için kullanılmalı; yünlü, ipekli, suni ipekli, moher, renklere dayanıksız kumaşlar, rejenere, selülozik lif, deri, çelik, gümüş ve alüminyum eşyalarda kullanılmamalıdır.

FARKLI KULLANIM YERLERİ
Kuş gribinde

Günümüzün güncel genel sağlık sorunlarından biri de kuş gribidir. Kuşlar evlerimizin balkonlarına, pencerelerine konmakta ve buralara dışkılarını bırakmaktadırlar. Bu pisliklerin temizlenmesinde en etkin ve güvenilir temizlik maddesi çamaşır suyudur.

İstenmeyen kanatlı misafirlerimizi balonlarımızdan ve pencerelerimizden uzak tutmanın yolu da gene çamaşır suyudur. Çamaşır suyu ile ıslatılmış bir bezle kuşların konduğu yerleri silersek kuşların artık bu yerlere konmak istemediklerini görebiliriz.

Yorumsuz

ANTİ MADDE (Karşıtmadde) - kimyaturk

ANTİ MADDE (Karşıtmadde)

Karşıtmadde Dünyası

Karşı-parçacıkların varlığı, kuantum mekaniği ile özel görelilik kuramının ilkelerinin doğrudan matematiksel bir sonucu olarak öngörüldü. 1928'de Cambridge’den kuramsal fizikçi Paul Adriyan Mourice Dirac(1902-1984), bu iki fikir kümesini birleştirdi. Dirac Denkleminin iki çözümü vardı. Bir çözüm,elektronun davranışlarını tanımlıyordu. Diğer çözüm ise pozitif elektrikle yüklü bir parçacığı işaret ediyordu. Matematiksel olarak bu durum, basit bir işlemle açıklanabilirdi. Kare kök dört kaçtır sorusunun iki yanıtı olduğunu bilirsiniz: Eksi 2 ya da artı 2. Dirac, kuramına bilinmeyen bir parçacık sokmak istemediği için,başlangıçta o zaman için bilinen tek artı yüklü parçacık olan protonla özdeşleştirdi. Ancak, kısa süre içinde bu pozitif parçacığın elektrondan iki bin kat daha ağır olan proton olamayacağını, doğanın artı yüklü elektronlar içermesi gerektiğini tahmin etti. Dirac'ta deha belirtileri sık sık ortaya çıkardı.yine de "denklemim benden akıllı çıktı" demekten kendini alamamıştı.Çünkü "akıllı denklemin düşü" 1932'de gerçek oldu.

Pozitronun “Gözlenmesi”

Carl Anderson(1905-1991) 1932 yılında (aynı yıl Chadwick de nötronu keşfetmişti) pozitronu keşfetti. Anderson o zaman genç bir Cal Tech fizikçisiydi. Genç dediysem, atomaltı parçacıkları saptamak ve fotoğraflamak için bir “ Sis Odası” yapacak parlaklıkta bir gençten söz ediyorum.Bu keşfinden dolayı da 1936 yılında Nobel Ödülü’nü aldı. Anderson keşfini, sis odasındaki elektron gibi davranan, ama pozitif yüklü parçacıkların davranışını incelerken yaptı. Pozitif ve negatif yükleri ayırt etmek için onları bir manyetik alan içinde izlemek yeterliydi. Anderson, deneyiyle elektron gibi davranan bazı parçacıkları pozitif yüklü olduğunu manyetik alandaki izlerinden anladı.

Karşı-proton da 1955’te Owen Chamberlain (d.1920) ve Emilio Gino Segrè (1905-1989), Clyde Wiegand ve Tom Ypsilantis ile birlikte Berkeley’de keşfedildi.

Bütün parçacıklar (yada maddeler) için, benzer antiparçacıklar (yada antimaddeler) vardır. Parçacık ve antiparçacıklar işaretleri dışında tamamen benzerdirler. Örneğin bir proton elektriksel olarak pozitif, ancak antiproton elektriksel olarak negatifdir. Her ikiside aynı kütleye sahip olduklarından, kütleçekiminden benzer şekilde etkileşirler.

Bir parçacık ve antiparçacık karşılaştıklarında yok olurlar ve foton, Z bozon yada glüonlar gibi yüksüz kuvvet taşıyıcıları ortaya çıkarırlar.

Bir antimadde parçacık, uygun parçacık sembolünün üstüne bir çizgi çizilerek sembolize edilir. Örneğin, proton (P), P+ şeklinde yazılıp, p-çizgi olarak okunan bir antiparçacığa sahiptir. Bir protonun antiparçacığı antiproton, bir elektronun(e-) antiparçacığı ise pozitron (e+) olarak adlandırılır.

Buradaki ilginç soru ise şudur:
Bir madde ve antiparçacığı tamamen eş ancak zıt işaretlilerdir. Öyleyse neden evrende antimaddeden daha fazla madde vardır?
Fizikçiler hala bu bilmeceyi çözmeye çalışıyorlar.

Leopold İnfeld (Einsteinla çalışmış ünlü fizikçi) pozitron için şöyle der: Bir benzetiş olsun diye pozitronu, kuantum kuramıyla görelilik kuramının yasal evliliğinden doğmuş çocuk olarak betimleyebiliriz.”

Günümüzde üç tip atomaltı parçacık tanınıyor: İlk grup leptonlar;bu gruba muonlar ve nötrinolar giriyor. İkinci grupta hadron, proton, nötron ve pionlar var. Üçüncü grup ise bozonlar; evrende temel kuvvetlerin aktarımını sağlayan küçük mesajcı atomaltı parçacıklar bu üçüncü grubu oluşturur. Örneğin fotonlar elektromanyetik kuvveti taşırken, yerçekimi kuvvetini gravitonların taşıdığı düşünülüyor. Fizikçiler her bir parçacığın görünmez bir ayna görüntüsü de olduğuna inanıyorlar; bu ayna görüntüsüne de antimadde adını vermişlerdi Werner Heisenberg’e 20. yy’ın en ilginç buluşunun ne olduğu sorulduğunda, 1930’larda öngörülen karşıtmaddenin keşfi olduğunu belirtmişti. Bu keşfin “zıtların birliği” felsefesinin bir öngörüsü ya da doğrulanması olmadığının altını çizmeliyim!

Fotonun ve nötral pionun dışında bilinen her parçacığın bir karşıt-parçacığı var.

Sağ ve sol elinizi, parmakları aynı yöne bakacak şekilde üst üste getirmeyi deneyin. Getiremezsiniz ! Eldiven teklerini de aynı şekilde üst üste getiremezsiniz. Bir kere daha deneyin! Sağ ayağınızı sol ayakkabınızın tekine sokamazsınız. Buna ayna simetrisi denir. Pekala bir örnek daha: Dış görünüşü bakımından tamamıyla özdeş iki tür salyangoz vardır; ama bunlar evlerini ayrı biçimde yapar: Birinin kabuğunun kıvrımı saat yelkovanı yönünde ötekininki ters yöndedir. Doğa, şaşırtıcıdır. Sağ ve sol olmak üzere iki tür şeker vardır ve ister inanın ister inanmayın, şeker yiyen iki tür bakteri vardır ve bunlar yalnızca bu şekerlerden birini yer. Umarım artık inanmışsınızdır! Bu özellikte birçok molekül vardır. Bunun harika örnekleri de yalnızca kimyada (elbette organik kimyada) vardır.

Bu, çok ilginç bir gerçek. Doğa, hala, bizden harika, bizden yetenekli gibi görünüyor!

Karşıtmadde dünyasının keşfi, doğada simetrinin önemi konusunda bizleri düşündürmeye başladı.

Ayna, insanoğlunun çok önemli buluşlarından olsa gerek. Yapışık ikizler de tıbbın çok önemli konularından biri. Bir maddenin ikizi, önce atomlarında kendini gösteriyor. Bir elementin bir çok atomu, gerçekten birbirinin aynısıdır. Örneğin bir demir parçasında bulunan demir atomları hep aynıdır. Örneğin suda, su moleküllerinin hemen hepsi tıpa tıp aynıdır. Oysa burada sözünü edeceğimiz karşıtmadde örneği çok farklı. Bir parçacığın karşıtparçacığı, parçacıkla aynı kütle ve spine sahiptir ve eğer kararsız ise aynı yarı ömre sahiptir. Tek bir noktada birbirlerinden ayrılıyorlar: Varsa Yükleri farklı. Spini ve manyetik momenti arasındaki yönelim veya ters yönelim de parçacıkla ters yönlüdür.

Elektron negatif, pozitron pozitif; proton pozitif, karşıtproton ise negatif işaretli. Nötron ve karşıtnötron ise yüksüz. Ama nötron, değişik yükteki üç kuarktan oluşuyor. Bunlardan ikisinin yükü –1/3 diğerinin yükü ise +2/3. Anti-madde ve maddenin bir başka özelliği, birbirleriyle karşılaştıklarında birbirlerini yok ederler;örneğin ışığa (fotonlara) dönüşürler.

Yoksul İkizin Öyküsü

Evrenimizde görünen çok sayıdaki gökcisminin hepsi proton,nötron ve elektrondan oluşmuştur. Bilimadamları antimaddeden (antiproton, antinötron ve pozitron) oluşmuş bir galaksinin ya da tek bir yıldızın olmadığından emin görünüyorlar. Bu bir simetri eksikliği değil mi? Evet,en azından şu anda böyle.

Karşıt-madde kavramı Leibniz’e, 18.yy’a kadar gider. Leibniz, Newton’un çağdaşdır ve ondan bağımsız diferansiyel ve integral hesabın keşifçisidir. İkili arasındaki tartışma, aşağıdaki gibi anlatılabilir: Eğer bir cismi veya bir tür fiziksel süreci doğrudan doğruya veya aynada izlersek, cismin veya sürecin doğrudan veya yansımış görüntüsünün hangisinin doğrudan, hangisinin yansımadan görüldüğünü ayırt edemeyiz. Bir şeyin gerçeği ile aynadaki görüntüsü arasındaki tek fark, sağ ve solun değişmesidir. Bunun sonucunda,tüm cisimler ve süreçler, sağ ve sol değişmelerine karşı eşit olasılıkla oluşmuşlardır. Bu mantıksal kural, çekirdek ve elektromanyetik etkileşmeler için deneylerle doğrulanmıştır.

İlk Karşıtparçacık: Pozitron

Bir parçacığı tanımlayan dalga fonksiyonu, bir çeşit alan olarak düşünülebilir. Dalga fonksiyonu, Schrödinger denklemine uyar.;ama bu denklem Newton’un klasik mekaniğinin kuantum mekanik bir yorumudur; özel görelilik çerçevesine girmez. Bu nedenle de Schrödinger denklemi, göreli olmayan kuantum mekaniğini temsil eder. Peki kuantum mekaniğinin göreli bir biçimi var mıdır? Evet bu Dirac denklemidir. Bu denklem de dalga fonksiyonunu belirler. Ancak Dirac denklemi Schrödinger denkleminde bulunmayan birçok yeni özelliği içerir. Örneğin elektronların spin denilen bir özelliği vardır. . Dirac denklemi elektronun bu özelliğini kapsar. Bunu bir topacın kendi ekseni etrafında dönmesi ya da ışığın polarizasyonu gibi bir iç durumu temsil eder olarak düşünebiliriz. Her durumda spin, elektronun içsel açısal momentumuna karşılık gelir ve büyüklüğü ancak Planck sabiti birimlerinde 1/2 yönü de yalnızca yukarı (+1/2) ve aşağı (-1/2) olabilir. Öte yandan neyin yukarı neyin aşağı olduğuna karar vermek ise tıpkı ışığın iki keyfi dikey yöne polarizasyonuna karar vermek gibi keyfi bir şeydir.

Spin kuramı, atom spektrumları gibi olguları açıklamak üzere Dirac’tan önce de yürütülmüş olmasına karşın spinin Dirac denkleminde kendiliğinden çıkması göreli kuantum mekaniği için büyük bir zaferdi. Dirac denkleminin diğer bir yeni sonucu “antielektronun” yani “pozitronun” varlığını tahmin etmesiydi.Karşımaddenin öngörülmesi ve gözlenmesi, kuantum kuramının bir başka başarısıdır.

Dirac'ın bu kuramı, elektron spininin (bir elektronun kendi ekseni çevresinde dönmesi) kaynağını ve manyetik momentini açaklamakta başarılı oldu. Dirac, kuramında önemli bir zorlukla da karşılaştı. Denklemin iki çözümü vardı. Göreli(Rölativistik) dalga denkleminin negatif enerji halleri için çözümü gerekiyordu. Fakat negatif enerji halleri var olsaydı pozitif enerji halinde bulunan bir elektronun tepkime sırasında foton yayarak bu hallerden birine hızla bir geçiş yapması beklenirdi. Dirac bu zorluğu, tüm negatif enerji seviyelerinin (durumlarının) dolu olduğunu söyleyen postülatıyla aşmayı başardı. Negatif enerji düzeylerini işgal eden bu elektronlar, "Dirac denizi" olarak adlandırılır. Pauli dışarlama İlkesi, Dirac denizindeki elektronların dış kuvvetlerle tepkisine izin vermediğinden elektronlar doğrudan gözlenemez. Bununla birlikte, eğer bu negatif seviyelerden biri boş olsaydı ve dolu durum denizinde bir boşluk bıraksaydı, boşluk dış kuvvete tepki verecek ve gözlenebilir olacaktı(Bu, bir yarıiletkenin valans bandındaki boşluk davranışıyla benzerdir). Bu kuramın derinliğine ima ettiği: Her parçacığın bir de anti parçacığı olduğudur.

Antiparçacık ile parçacığın kütleleri aynı; ama yükleri zıt işaretlidir. Örneğin elektron ile pozitron, parçacık ve antiparçacıktır; bunların kütleleri aynı ama yükleri zıt işarettedir.

Ancak parçacık ve karşıtparçacığın tek ve bir oldukları durumlar da vardır: Işığın kuantumu, foton, böyle bir parçacıktır. Bunların kendi karşıtparçacıklarıyla aynı oldukları düşünülür. Bu durumda elektrik yükü doğal olarak sıfır olmalıdır. Ama fotonun elektrik yükünün sıfır olduğu ifadesiyle,yüklü parçacıkların foton yayımladıkları (elektromanyetik ışıma) ifadesinin kafaları karıştırmamasına dikkat edilmelidir. Birinci ifadenin anlamı ışığın kendisinin, ışığın kaynağı olamayacağıdır. Doğal olarak parçacığın kütlesi parçacığın türüne bağlıdır;bu sıfır da olabilir. Böyle olması halinde parçacık her zaman ışık hızında hareket eder. Böylesi bir parçacığın başlıca örneği fotondur. Kütleçekiminin kuantumu henüz gözlenmemekle birlikte, bu türden bir parçacık olması beklenir.

Kayıp Maddeye Ne Oldu?

20.yy bilimin en büyük buluşu karşı-madde. Madde ve karşıt-maddesi tam olarak bakışımlıdır. Yani neredeyse özdeş ikizlerdir. Anacak tek bir noktada birbirlerinden ayrılırlar: yükleri karşıttır. Bunların bir başka özelliği, birbirleriyle karşılaştıklarında birbirlerini yok etmeleri.

Karşıt-hidrojen atomu, normal hidrojenle aynı fotonları yayar.. Bizim yapımızda onlar yok. İki şekilde Dünyamızda bulunuyorlar: Birisi kozmik ışınlar uzayda bunları üretip duruyor. İkincisi de Avrupa Nükleer Araştırma Konseyi(CERN)’nde milyarlarca pozitron ve karşı-proton dolaşıyor. Gökadalardan gelen kozmik ışınlar ve hızlandırıcılar dışında karşı-madeye rastlamıyoruz. Dünya dışında karşı-madde var mı? Karşı-maddenin oluşturduğu bir yıldız varsa o da öbürleri gibi parlayacaktır. Görünüşe göre evrende karşı-madde son derece az. Evrende madde egemen. Neden acaba? Karşıt-madde vardı da yok mu oldu? Buradan evrenimizin geçmişine bakabilir miyiz? Evet dünyamızın bu özelliği onun çok kıymetli bir fosil olduğunu gösteriyor. Göreceğiz.

Elektronlar ve Pozitronlar

Elektronlar,atomun keşfedilen ilk temel parçacığıdır. Bir elektron,atomun kopmuş bağımsız ise kendisini parçacık olarak ortaya koyar;ama hiçbir deney ona uzayda bir boyut göstermeye olanak vermez ve bu parçacık her bakımdan bir nokta gibi davranır. Onun bütün elektronlar için aynı olan iyice belirlenmiş bir elektrik yükü vardır. Bu kadar küçük bir parçacık, günlük kavramlarla anlatılamaz,onun bütün özelliklerini anlamak için kuantum kuramına başvurmak zorunluluğu vardır. Kuantum kuramı,başlangıçta elektronların incelenmesine uygulandı. Böylece yavaş yavaş elektronların bir atom çekirdeği çevresindeki dağılımlarını,hareketlerindeki enerjinin ne olduğunu,bir hareket konumundan,daha az enerjisi olan başka bir hareket konumuna geçtiklerinde nasıl fotonlar saçabildiklerini anlayabildik. 1927’de Amerika’da Davisson ve Germer, İngiltere'de ise G.P.Thomson kristallerden saçılan elektronların kırınım gösterdiklerini buldular. Böylece Broglie’nin hipotezini birbirlerinden bağımsız olarak doğruladılar. Hareketli cisimlerin dalga özelliği dolaysız olarak doğrulanmış oldu. Böylece atomların özelliğinden hareket ederek,fiziğin temelinin yeni baştan kurulduğu görüldü. Elektronların fotonlar yayması türlü maddelerin çıkardığı ışığın tayflarını açaklamaya olanak sağladı ve bu, çok ayrıntılı bir biçimde uygulandı. Elektronların atomlardaki ve moleküllerdeki dağılımının bilinmesi,kimyanın temel taşı oldu. Böylece atomların ve elektronların katı ya da sıvı bir çevredeki davranışlarının incelenmesi ile boyutlanmaya uygun en önemli fizik görüngülerinin yorumlanabileceği ve çoğu kez hesaplanabileceği görüldü: elektrik ve optik özellikler (elektirğin iletilmesi,bir cismin ışığı geçirmesi ya da geçirmemesi,renk,cisimlerin sertliği),manyetik özellikler (ferromanyetik cisimlerin nitelikleri belirtilebildi ve mıknatıslanmanın başlangıcı bulunabildi),ısı özellikleri (ısının iletilmesi ve biriktirilmesi, basınç). Böylece,daha henüz soluğu kesilmemiş olan bu ilerleyişte,atomlara uygulanan bir kuantum mekaniği,bizi çevreleyen doğada en göze çarpan ya da en ince özelliklerini yorumlamak,araştırmak,belirtmek olanağını sağladı.

Kuantum mekaniğinin öncülerinden Dirac, 1928’de elektron üzerine yeniden derin düşüncelere daldı. Bir takım sorunlar onu uğraştırıyordu. Schrödinger’ denkleminde formüle edildiği şekli ile kuantum mekaniği,ancak,hızı ışığınkine göre küçük olan elektronları ele alabiliyordu. Bu durum ise açıkça,özel göreliliğin yasaları ile uzlaşamıyordu. Çünkü özel görelilik, hızı ışığın hızına yakın hızlarla ilgiliydi. Dirac, kendine şunu sordu: kapsadığı çok geniş bilgileri görelilik çerçevesine yerleştirmek için, kuantum mekaniğinin temellerini nasıl değiştirebiliriz?Dirac’ta deha belirtileri nadir olmadığından elektronu betimleyen yeni bir denklem biçimini bulmakta gecikmedi;bu denklem, görelilikle uzlaşmak gibi,istenen bir özelliğe sahipti. Bunu incelerken,büyük buluşlar sırasında çoğu kez görüldüğü gibi,bir taş ile birden fazla kuş vurduğunu çok geçmeden anladı. Gerçekten de ileri sürdüğü denklem,istediğinden çok fazlasını getiriyordu. Bu denkeleme göre,hareket eden elektronun,uzun zamandan beri kestirilen;ama henüz açıklanamayan bir biçimde,kendi ekseni etrafında dönmesi gerektiği sonucuna varılıyordu. Buna elektronun spin hareketi diyoruz. Elektronun kendine özgü bazı nitlekileri de ortaya çıkıyordu: elektronun yalnızca elektrikle yüklü olduğu değil,küçük bir mıknatıs gibi davrandığı da deney yoluyla önceden biliniyordu. Dirac bunu da denkleminde buluyor ve bu, ona, bu mıknatısın şiddetini büyük bir kesinlikle hesaplama olanağını sağlıyordu. Denklemi hidrojen atomuna uygulayarak Schröinger’in tanımında bulunmayan bazı incelikleri anlayabildi.Fizikçiler, Dirac’ın denklemindeki başka bir özellikle karşılaşınca bir an için duruksadılar. Bu denklemin, gereğinden fazla çözümü vardı. Bu denklem sayesinde,yalnızca bir elektronun en çeşitli koşullardaki davranışını anlatan çözümler değil,aynı zamanda,anlamı anlaşılamayan tuhaf çözümler de elde ediliyordu.

Dirac bunun açıklamasını şöyle ileri sürdü: bu çözümler,diyordu,bir fizik sistemini gösteriyorlar,ama burada bir elektron olacak yerde,yeni bir parçacık,pozitronun varlığı söz konusudur. Bu parçacığın elektronla ortak bir çok özellikleri olmalıdır:aynı kütle,kendi çevresindeki aynı dönüş. Elektrik yükü ise mutlak değer olarak elektronunkine eşit ama manyetik özellikleri gibi ters işarette olmalıdır. Kısa süre sonra Anderson,pozitronu deney yoluyla gözledi.Pozitronun en dikkate değer özelliklerinden biri, bir elektronla çarpıştığı zaman kendini gösterir. O zaman elektron-pozitron çiftinin yokolma olayı ile karşılaşılır:İki parçacık,bir çift foton ya da bir foton üçlüsünü oluşturarak kaybolurlar. Bu oluşum, çoğu kez maddenin yok olması adını alır; çünkü kütlesi olan maddesel olan iki parçacık kaybolarak,fotonlar, yani ışıma oluşmaktadır.Ters tepkime de olanaklıdır: başka bir fotona rastlayan bir foton,bir pozitron-elektron çifti meydana getirebilir.Bununla birlikte bu görüngü ancak çok özel koşullar altında oluşur; çünkü olağan iki ışık huzmesi karşılaştığı zaman bu tür tepkimelerin oluştuğu hiç görülmez. Bunu önleyen temel koşul,enerjinin korunumu yasasıdır. Gerçekten de özel görelilikten beri, her cismin, kütlesine bağlı bir enerjisi olduğu biliniyor. Bu enerjinin ifadesi Einstein’ın tanınmış formülünde verilmektedir:

En Küçük ve En Ünlü Denklem: E= mc2 Demek ki elektronla pozitronun bir kütlesi var. Böyle bir parçacık çiftini oluşturmak için iki fotonda da yeterince enerji bulunmalı;kuşkusuz,görülen ışığın fotonları böyle bir enerjiye sahip değildir.Çok yüksek sıcaklıkta bulunan bir sistemde, ısı, fotonlarının ortalama enerjisi sıcaklık ile artar. Sıcaklık 6 milyar dereceye yaklaşınca fotonların enerjisi artık çok sayıda elektronlarla pozitronların oluşmalarını sağlayacak kadar yüksektir. O zaman sürekli olarak,fotonların çarpışması elektron-pozitron çiftleri doğurur;buna karşı bir elektron ile bir pozitronun çarpışması yeniden fotonlar üretir,öyle ki, sistemin tümü denge halinde kalır.

1925 yılına dek kuantum kuramıyla özel görelilik kuramı,birbirinden bağımsız olarak gelişti. Elektronun atom içindeki hareketini tanımlamak için her iki kurama da gerek vardı. Çünkü elektronlar, göreliliği ilgilendiren yüksek hızlarda hareket ediyordu. Bu da özel görelilik kuramının elektrona uygulanmasını gerektiriyordu. Öte yandan elektron hem parçacık hem de dalga özelliğiyle zaten kuantum kuramının bir konusuydu. Paul Dirac (1902-1984), bu iki kuramı birleştirdi; “Dirac Denklemi” diye ünlenen, elektronun göreli kuantum kuramını ortaya koydu. Bu denklem, çok ilginç,aykırı bir şey de söylüyordu: Elektronla aynı kütlede ama zıt yükte bir parçacığın da varlığını öngörüyordu. Dirac, 1931’de bugün pozitron dediğimiz anti-elekronun varlığından söz ediyordu. Pozitron ile elektronun biraraya gelmesiyle gama ışını yayarak bu çifti yok oluyordu.

Pozitronu, ABD’li fizikçi Carl Anderson, 1932’de gözledi. Anderson, uzaydan gelen yüksek enerjili kozmik ışınların atmosferdeki moleküllere çarpmasıyla antiparçacıkların oluştuğunu farketti. Bu parçacık sis odasında protona göre daha zayıf bir iz bırakıyordu. Sis odasındaki manyetik alan onun kesinlikle pozitif yüklü olduğunu gösteriyordu. Anderson,pozitronu bulmasıyla 1936 Nobel Fizik Ödülünü aldı. Bu,anti parçacıklardan yalnızca biriydi. Yok olma,iki fotonun açığa çıkmasıyla sonuçlanır. Bir fotonla sonuçlanan olaylar ancak çekirdeğin,geri tepme momentumu soğurmuk için mevcut bulunması halinde oluşabilir.

1932 yılı atom fiziği bakımından çok yoğun bir yıl oldu. Nötronun bulunuşunun hemen ardından ABD’li kimyacı Harold C.Urey atom kütlesi normal hidrojeninkinin yaklaşık iki katı olan “ağır hidrojeni” yani döteryumu bulmuştu.Yine aynı yıl Joliot-Curie’ler alüminyum çekirdeğinin alfa parçacıklarıyla dövülmesi sonucunda antielektronu bulmuşlardı; ama doğru yorumu Anderson yaptı. Yine 1932’de İlk siklotronu Lawrence çalıştırmıştı. 1939’da Nobel Fizik Ödülünü alan Lawrence, 1945’te Japonya’ya atom bombası atılmasının en ateşli savunucularından biri oldu daha sonra da hidrojen bombası yapımına geçilmesi için Teller ile birlikte yoğun bir kampanya yürüttü.

Karşıt-protonu da 1955’te İtalyan fizikçi Emilio Segrè buldu. Mussolini, Segre’nin Palermo Üniversitesi’ndeki görevine son verince o da ABD’ye göç etti ve sonradan hocası Enrico Fermi ile birlikte atom bombası projesine etkin bir şekilde katıldı.( H.A. Olacağım,s: 43)

Gündelik olgularda en çok elektronları görmemiz,pozitronlara ise çok seyerek olarak rastlamamız garip görünmektedir. Buna çok kere verilen yanıt,pozitronun bir elektrona rastlar rastlamaz onu yok etmesidir. Gene de dünyada pozitrondan çok daha fazla elektron bulunması gariptir. Aynı şey protonlar ve antiprotonlar için de geçerlidir. Bu soruları yanıtlama çabası bizi evrenin başlangıcı konusuna götürecektir.

Dirac denkleminin iki özelliğinin spin ve pozitronun varlığı olduğunu belirtmiştim. Ama Dirac denklemi tek göreli denklem değildir; elektromanyetik alanı tanımlayan Maxwell denklemleri de görelidir. Kuantum mekaniğinde klasik alanların bile parçacık özellikleri vardır ve klasik parçacıkların alan (dalga) özellikleri de bulunur. Bu nedenle hem alan hem de dalga bütünsel bir biçimde ele alınmalıdır. Böylesi görüşmeler aşağıdaki sonuçlara yol açar.

Elektron ya da foton gibi temel parçacıkların özellikleri kütle, spin ve elektrik yüküdür. Eğer bunlar belirlenirse uygun bir dalga denklemi parçacığı hareketini belirleyebilir. Ayrıca genel olarak her parçacığın zıt elektrik yükü olan bir antiparçacığı vardır. Ancak parçacık ve antiparçacığın tek ve bir oldukları bazı durumlar da vardır. Işığın (elektromanyetik alanın) kuantumu foton böyle bir parçacıktır. Böylesi durumlarda elektrik yükleri doğal olarak sıfır olmalıdır. Ama fotonun yükünün sıfır olduğu ifadesiyle yüklü parçacıkların foton yayınladıkları ifadesinin kafaları karıştırmamasına dikkat edilmelidir. Birinci ifadenin anlamı ışığın kendisinin ışığın kaynağı olamayacağıdır.

(Kuarklar,s:50-53)

Zaman ve Karşıt madde

Karşıt-maddenin ilginç bir özellliğini, 1965 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü Sin-Itiro Tomonaga ve Julian Schwinger ile paylaşan Amerikalı fizikçi Richard Feynman buldu. Feynman, antimaddelerin zaman içinde geriye doğru hareket ettiğini gösterdi. Bir anti madde, zaman içinde geriye doğru hareket ederken,özellikleri önemli ölçüde tersine çevriliyordu. Örneğin bir elektron, negatif yüklü geçmişten geleceğe hareket ettiriyorsa,geriye doğru olan elektronun onu gelecekten geçmişten hareket ettirmesi gerekiyor. Bu aslında artı yüklü bir parçacığın davranışıdır; yani zaman içinde geriye doğru hareket eden bir elektron bize artı yüklü görünecektir. Feynman’a göre bir pozitron, zaman içinde geriye doğru hareket eden bir elektrondur,dolaysıyla madde ve antimadde arasında zaman tersinmesi ilişkisi vardır.

Feynman anlatıyor: “ Şimdi diğer bir olaya bakalım. Bir foton ve bir elektrondan başlayıp bir foton ve bir elektronla bitirelim. Bir foton,bir elektron tarafından soğurulur,elektron biraz ilerler ve yeni bir foton ortaya çıkar. Bu sürece ışığın saçılması denilir. Burada özgün oluşlar söz konusudur. Örneğin,elektron foton soğurmadan önce diğerini salabilir. Daha da acayibi elektronun bir foton salıp,sonra zamanda geri giderek bir başka fotonu soğurarak zamanda yeniden ilerlemesidir. Böylesine “geriye doğru giden” elektronun yolu,laboratuvarda yapılan bir deneyde,gerçekmiş gibi görülebilecek kadar uzun olabilir. Geri giden bir elektron,ilerleyen zaman içinde gözlendiğinde olağan bir elektron gibi görünür;yalnız bu elektron olağan elektronlara doğru çekilir- dolaysıyla buna “artı yüklü” deriz. Bu tür elektrona pozitron denir. Pozitron,elektronun kardeş parçacığı ve bir “karşıt-parçacık” örneğidir. Dirac,”karşıt-elektroların” gerçekliğini 1931’de önerdi. Ertesi yıl Carl Anderson bunları deneysel olarak buldu ve onlara “pozitron” adını verdi. Bugün pozitronlar kolaylıkla yapılabilmekte (örneğin iki fotonun birbiriyle çarpıştırılmasıyla) ve haftalarca bir manyetik alanda saklanabilmektedir.

Bu olgu,yani karşıtparçacık olgusu, geneldir. Doğadaki her taneciğin zamanda ileri gitmek için bir genliği, dolaysıyla bir karşıt parçacığı vardır. Pozitron ve elektronların yok olmasından genellikle bir veya iki foton çıkar. Peki fotonların durumu nedir? Fotonlar zamanda ters yöne gittiklerinde,daha önce de görmüş olduğumuz gibi, her bakımdan aynı görünürler;dolaysıyla fotonlar kendi kendilerinin karşıt parçacıklarıdır. Biz zamanda ileri giderken bu geri giden elektronun neye benzediğini size göstermek isterim. Elektron ile zıt yönde giden foton belli bir anda birdenbire iki parçacığa ayrılıyor: bir pozitron ve bir elektron. Pozitronun ömrü fazla değildir:hemen bir elektrona rastlar ve bunlar yok olarak yeni bir foton yaratırlar. Bu arada baştaki fotondan daha önce yaratılmış olduğu elektron da uzay/zamanda yoluna devam eder.

(R.Feynman,Kuantum Elektrodinamiği, Çev: Ömür Akyüz, Nar yay,s: 101-103)

Değişmiş Görüntüler: Aynadaki Çatlak

Dirac ve Feynman’ın antimadde tanımlarında, antiparçacığın özellikleri ona karşılık gelen parçacıklar tarafından, tıpkı bir maddenin aynadaki yansıma görüntüsünü belirlediği gibi belirlenir. Madde ve antimadde arasındaki bu ilişki simetri dönüşümüne bir örnektir: Bir parçacık bir anti parçacığa yükünün işaretini, spin ve kuantum sayılarını değiştirerek veya zamanı tersine çevirererk dönüşür. Kuram ayrıca, bir aynanın, bizim hareketlerimizi yansıtması gibi, antiparçacık tepkimelerinin herhangi bir parçacık tepkimelerini yansıttığını söylüyor.

Oysa deneylere göre bu her zaman doğru değildi. Yüksüz kaon adı verilen bir parçacığın bozunumu madde ile antimadde arasında bir asimetri olduğunu gösteriyor. Bu da antimadde yansımsında bozukluk olduğunu kanıtlıyor. Bu ilginç sonuç, kaonun geçmiş ile geleceği ayırt edebildiğini (çünkü antimadde tepkimeleri, zaman içinde geriye doğru hareket eden madde tepkimelerine denk geliyor) gösteriyor. Yani makroskopik yönde görünen günlük yaşamdan bildiğimiz tersinmezliğe (bir bardağı kırmak,onu kırık parçalarından yeniden oluşturmaktan daha kolaydır) ek olarak bir de atomaltı zaman yönü var.

Antimadde ve Günümüz Teknolojisi

Antimaddenin, günümüz modern teknolojisinde anahtar rolü oynuyor. Tıpta, Pozitron Salma Tomografisi (PET) taramaları, beyin ve kalp fonksiyonlarının saptanmasında kullanılıyor. Hastaya pozitron yayan radyoaktif madde enjekte ediliyor. Pozitrolar, yakındaki elektronlarla biraraya gelince parçacıklar yok oluyor ve bir gama ışını oluşuruyorlar ve bu ışın PET tarayıcısı tarafından algılanıp organların görüntülenmesinde kullanılıyor. Daha büyük ölçekte,fizikçiler her saat milyarlarca antiparçacık oluşturup bunları parçacık hızlandırıcılarındaki deneylerinde kullanıyorlar. En güçlü hızlandırıcılarından biri Cenevre yakınlarındaki Avrupa parçacık fiziği merkezi CERN’de bulunan LEP(Large Electron Positron Collider) elektron ve pozitron demetlerini yeraltında bulunan 27 km uzunluğunda bir halka boyunca birbirine zıt yönde hızlandırıyor. Her elektron ve pozitron saniyede yaklaşık 11 000 kez halkayı dolanıyor ve birbiriyle çarpışıp yok olunca,ilk enerjileri bir çeşit ağır elektron olan muon gibi yeni parçacıklar oluşturmaya yarıyor. Bu hızlandırıcıdan başka Fermi Ulusal Laboratuvarındaki (Fermilab) Tevatron gibi proton-antiproton çarpıştırıcıları da var.

CERN gibi hızlandırıcılarda kullanılan pozitron ve antiproton gibi parçacıkların kendileri de hızlandırıcılarda oluşturuluyor. Eğer bir proton demeti,tipik olarak lityum gibi hafif bir metalden yapılan sabit bir hedefe çarparsa protonlar arası çarpışmalar olur. Eğer çarpışma enerjisi yeterince büyükse,başlangıçtaki kinetik enerjinin bir kısmı yeni parçacıklara dönüşecektir. Korunum yasaları (yük ve lepton sayısı korunum yasaları gibi) madde ve antimaddenin eşit miktarlarda oluşacağını söylüyor.

CERN’deki hızlandırıcıda 1 milyar voltluk gerilim altında,hızlandırılan tek bir yüklü parçacığa aktarılan enerjiye sahip protonlar,sabit bir hedefe çarptırılıyorlar ve antiprotonlar çarpışma kalıntıları arasından toplanıp inceleniyor…Bu çarpışmalarda parçacıklar arasında ilginç madde-antimadde melezlerine rastlamak mümkün.Elektron ve pozitron biraraya geldiğinde mutlaka birbirlerini yok etmeleri gerekmiyor. Birisi diğerinin yörüngesine girerek daha çok hidrojene benzeyen ve pozitronyum adı verilen bir pseudo-atom (sözde atom) oluşturabilir. Eğer elektron ve pozitronun spinleri antiparalel (toplam spin sıfır) ise,bu pozitronyumun 8 nanosaniyelik bir ömrü vardır. Eğer spinleri paralel ise (toplam spin 1),7 mikrosaniyeye yakın bir ömrü olur. Aradaki farkın nedeni,spin sıfır durumu bir çift fotona bozunabilirken (her bir spin 1 değerinde),spin-1 durumundaki momentum ve açısal momentumunu korumak için en az 3 fotona bozunmak zorundadır ki bu çeşit bozunmalara daha az rastlanıyor.

Antihidrojen Yapılması

Hidrojen dediğimiz en basit atom, bir proton ve bir elektrondan oluşur. Proton, foton alışverişiyle elektronu yakın çevresinde dans ettirerek tutar(Feynman,Kuantum Elektrodinaliği, s: 104) Birden fazla proton ve bunlara karşılık gelen eşit sayıda elektron içeren atomlar ışığı da saçarlar,havadaki atomlar Güneş’ten gelen ışığı saçarak gökyüzünün mavi rengini verirler.

Bir diğer madde-antimadde melezi ise yüksüz pionlardır. Bu, pozitronyuma benzer bir şekilde gama ışınlarına bozunan mezondur(kuark-antikuark çifti) ve bu bozunmanın ömrü 1015 saniyedir. Bu süre,pozitronyumunkine göre çok daha kısadır,çünkü kuarkları,dört temel kuvvetten biri olan güçlü kuvvetler birarada tutar. Birbirlerine yakın oldukları için kısa bir süre içerisinde birbirlerini yok etme şansları yüksektir.

Antiatomu oluşumunda yaşanan sorunlar göz önüne alındığında,madde-antimadde melezlerini oluşturmak daha kolay geliyor. antimadde dünyası da anti-periyodik tabloyu(antihidrojen,antihelyum vb) içeriyor. CERN’deki fizikçiler,1996 başlarında az sayıda antihidrojen atomu oluşturmayı başardılar. 3 haftalık süre içerisinde 9 antihidrojen atomu oluşturdular ve her biri; maddeyle çarpışıp oluştukları noktanın 10 metre uzağında birbirlerini yoketmeden önce yaklaşık 40 nanosaniye yaşadılar.

Peki bir pozitron antiprotonun yörüngesine nasıl sokulabilir? CERN’de kullanılan yöntem ilke olarak basit. Önce proton-proton çarpışmasından arta kalan artıklardan antiprotonlar elde edilyor. Daha sonra bunlar,yüksek hızda dolanması için çembersel hızlandırıcılara gönderiliyor. Her yörüngede bir (saniyede 3 milyon kere) demet ksenon gazından geçiriliyor.Antiproton enerjisinin bir kısmı elektron-pozitron çiftine dönüşüyor ve çok nadiren pozitronlardan biri antiproton hızında ışın demetinin yönünde oradan uzaklaşıyor. Bu pozitronlardan biri herhangibir antiproton tarafından yakalanırsa bir anti hidrojen atomu oluşuyor.

Fermilab’daki araştırmacılar da artık antihidrojen atomu üretiyorlar

Bize yakın galaksilerde çok az antimadde olduğu görünüyor. Hızlandırıcılarda ve yüksek kozmik ışınlarla oluşturulan antimadde parçacıkları dışında evren sanki yalnızca maddeden oluşuyor.Acaba bizim gözleyemediğimiz antimadde galaksileri var mı? 15 milyar yıl önceki büyük patlama sırasında madde ve antimadde oranı neydi? Antiatomlar “yukarıya” mı düşer kendi kütleçekim alanına göre? Bunlar,bilim adamlarının üzerinde çalıştığı kimi sorular.

(Adams, S. New Scientist,15 Şubat 1997,Çeviren: Alkım Özaygen, Bilim ve Teknik, 355.sayı,s: 26-29)

Kaynakça

http://www.kimyaturk.net/

5 Şubat 2007 Pazartesi

Sünnet Yaptıracaklar için önemli!

Bu işin en önemli tarafı işini bilen, bu işin uzmanı bir sünnetçi bulmaktır. Ülkemizde Uzman Sünnetçi yetiştiren bir yer olmadığından gerek doktor ve gerekse sağlık memuru olan sünnetçiler deneme-yanılma yoluyla bu işi öğrenmektedirler. Dolayısıyla bir çok sıkıntılar ve acemilikler olmaktadır. Bunun için sünnet yaptıracağınız kişi Profesör de olsa bu işte ehil mi, değil mi araştırın.

Yarım saat veya bir saat süren bir sünnet, işi yapanın ehil olmadığını gösterir. Ortalama bir sünnet 6-10 dakika kadar sürer. Genelde sünnet esnasında ağrı, acı ve kanama yoktur. Ancak olsa bile bunlar geçicidir. Birinci derecede önemli değildir. Sünnette önemli olan düzgün ve ölçülü bir şekilde kesilmesidir. Günümüzde en fazla çok kesmek şeklinde hatalar yapılmaktadır ve bu, günümüzde çok yaygındır. Bunun için aşırı kesmemesi hususunda sünnetçinizi ikaz ediniz.

Sünnet derisinin biraz fazla bırakılması en ideal olanıdır. Çocuk büyüyünce bu fazlalık kaybolur. Çok kesilenler ise ileride sıkıntı çekebilir.

Rasgele yaptığım kontrollerde on çocuktan en az iki veya üçünün hatalı kesildiğini tespit ettim. Bu konuda sünnetçileri de ikaz ediyorum. Ve diyorum ki; aşırı kesmeyin!

Sünnetçinizi unutmayın, hatalı sünnetler yıllar sonra bile yapılan kontrolle tespit edilebilir ve kalıcıdır ve çaresi de yoktur. Bunun için, ne zaman sünnet yapılmış olursa olsun, eğer bir tereddüdünüz varsa kontrol ettiriniz.

Biraz bol kesilmiş sünnetlerden şikayet etmeyin. İyi olan odur. Sünnetçiler ekseriya fazla kalmış diye yapılan şikayetlerden korktukları için çok kesmektedirler. Çünkü günümüz insanı fazla kalmış demeyi biliyor fakat çok kesilmenin ne olduğunu bilmiyor, dolayısıyla çok kesildiği zaman şikâyet etmiyor. Halbuki kötü olan, zararlı olan ve telafisi mümkün olmayan hata fazla kesilmesidir.

Sünnet olacak çocukları özellikle en yakınları -dayı, amca gibi- şahıslar şaka amacıyla korkutmaktadırlar. Bu çocuğa büyük bir kötülüktür. Çocuğun sahipleri de sünnet olacak çocuğu korkutmaya çalışanlara fırsat vermemelidirler.

Toplu sünnetlerin tıp dilinde adı “toplu kıyım”dır. Biricik yavrunuza yazık etmeyin. Bu sünnetler ekseri “nam” için yapıldığından ehil olmayan veya bu işi öğrenmek için yapanlar tarafından gerçekleştirilmekte, genellikle baştan savma yapılmaktadır.

İyi bir sünnetçi tanımıyorsanız genelde herkesin tercih ettiği sünnetçilere gidiniz.

Herhangi bir sıkıntı veya kafanıza takılan bir şey olursa, çocuğunuzu sünnetçiye veya Çocuk Hastanesinin Çocuk Cerrahisi bölümüne götürünüz.

Çocuğunuzu korkutmalara karşı koruduktan sonra, güzel ve tatlı sözlerle sünnet için psikolojik olarak hazırlayınız.

Sünnet her yaşta yapılabilir. Ancak en ideal yaş yedi yaş civarıdır. Beş-on yaş arası uygundur. En kötü yaş ise üç yaş civarıdır. Çocuk bu yaşta hem korkar, hem de ne olduğunu bilemez, kendisini de koruyamaz ve sıkıntı çekebilir.

Elektrikli koterle sünnet yapmak yasak olduğundan bu şekilde sünnet yaptırmayınız.

Makine ile yapılan sünnetler iyi olmakla beraber hatalı kesme riski fazladır. Klâsik metod ise en sıhhatlisi olup, en garantili sünnet şeklidir.

Sünnetten sonra üç beş gün içinde çocuğun iyi olması gerekir. İyi olmazsa sünnetçinize götürünüz.

Halk arasında Peygamber sünnetli olarak bilinen çocukları sünnetten evvel mutlaka sünnetçiye götürüp kontrol ettiriniz. Zira bu çocukların ameliyat olmaları gerekebilir.

Çocuğunuzun karaciğer, böbrek, kalp veya herhangi bir kan hastalığı var ise önceden sünnetçinize haber veriniz.

Posted by Sünnetçi Dadaş

Devamı için tıklayınız

26 Ocak 2007 Cuma

Hayatın hiç bir alanında başarı kolay değildir

Pasif beklentiler içinde olmayın.
Proaktif olun ve geleceğinizi şekillendirin.

Her çalışan kendisi için çalışmalıdır.

İş hayatında mutluluk #

Eğer kurumsal bir ortamdaysınız "mutluluk" kelimesi en az kullanılan kelimelerden biridir. Onun yerine "iş güvencesi", "çalışanın tatmin olması", "verimlilik", "olumlu performans" gibi terimler tercih edilir.
İş hayatında mutluluk neden önemlidir?
Hayatınızın en büyük kısmı işte geçiyor. Eve iş getirdiğinizi; mesaiye kaldığınızı; tatile çıkmaya zaman bulamadığınızı vs. de hesaba katarsak bu oran çok daha artıyor. İş hayatınız ailenize, arkadaşlarınıza ve hobilerinize ayırdığınız zamanın toplamından kat kat daha fazla zamanınızı alıyor.

Soichiro Honda, Honda'nın kurucusu (sürpriz!) şöyle diyor:
Her çalışan kendisi için çalışmalıdır. İnsanlar kendilerini firma için feda etmemelidirler. Çalışanlarımız işlerine kendilerini mutlu etmek için geliyorlar.
  • Kârlılık başarının temelidir.

    Mutlu çalışanlar firma kârlılığını arttırırlar.
Zaten bu nedenle mutlu firmalar, mutsuz rakiplerinin açık ara önünde olurlar her zaman.

1. Olumlu olun

2. Öğrenin; araştırın

3. Düşüncelerinizi başkalarıyla paylaşın

4. Uzun vadeli düşünün

5. Şimdi başlayın

Ertelemeyin; yarın değil; şimdi başlayın. İyi bildiğiniz ve yapabileceğiniz bir şeylerle başlayın.

  • İnsanları takdir edin: Karşınızdakini takdir etmeniz, onu mutlu eder.

  • İnsanları dinleyin: Nefesinizi tutun, içinde bulunduğunuz kriz nedeniyle oluşmak üzere olan panik atağınızın geçmesini bekleyin ve karşınızdakini dinleyin.

Hayatınımızı kolaylaştıracak uygulamalar

Hayatınımızı kolaylaştıracak; üretkenliğimizi arttıracak uygulamalardan bir kaçı:

Dinlendirici bir çalışma ortamınız olsun

Herkesin ideal çalışma ortamı farklıdır. Fakat çalışma ortamınızla ilgili ufak değişiklikler işinizi severek yapmanız ve verimliliğinizin artması yönünde büyük adımlar olabilir.

Eğer doğru olduğunu hissediyorsanız; doğrudur. Beklemeyin uygulayın.

Çalıştığınız ortamın sizin için ilgi çekici olmasını sağlayın

Profesyonel bir çalışma ortamının steril bej ve gri tonları ile bezenmiş bir oda olmasına gerek yok. Hayatınızın büyük bir kısmını çalışma ortamınızda geçiriyorsunuz; biraz göze hitap eden şeyler de koymanız gerekmez mi?

Fazlalıkları temizleyin

Çalışma ortamınızın ferah bir kokusu olsun

Çalışma ortamında farklı kokular üretkenliği ölçülebilir şekilde etkiliyor. Limon ve lavanta kokusunun üretkenlik üzerinde olumlu etkisi var.

Çalışma sandalyesi

Klima

Çalışma ortamınızı kişiselleştirin

Sizi kimsenin bölemeyeceği zaman aralıkları belirleyin

Kim, neye ne zaman inanır?

  • İnsanlar sizin onlara kuru kuruya söylediğiniz hiçbir şeye asla inanmazlar.

  • İnsanlar onlara gözlerinin içine sokarcasına gösterdiğiniz şeyere nadiren inanırlar.

  • İnsanlar arkadaşlarının kendilerine söylediklerine çoğunlukla inanırlar.

  • İnsanlar kendi kendilerine söyleyip durdukları her şeye her zaman inanırlar.

Entropi

Termodinamik okuyanlar bilir:
Evrende maksimum düzensizlik ve minimum enerjiye olan eğilim birbirini zıt yönde destekler.
Yani siz bir sistemi ne kadar düzenlemeye çalışırsanız; sistem en az sizin çabanız kadar (ve muhtemelen çok daha fazla) düzensizliğini arttıracaktır.

Bu durum fizikte, ısı dinamiğinde, akışkanların davranışlarında böyle olduğu gibi güncel hayatınızda; projelerinizde; sosyal çevrenizde; uluslar arası ilişkilerde de aynen geçerlidir.

Siz ne kadar "düzenli" olmaya çalışırsanız çalışın; bir yerleri ne kadar derleyip toplamaya gayret ederseniz edin; farkında olmadan bambaşka bir yerde çok daha yoğun bir düzensizlik oluşturacaksınız.

Diyelim bir proje üzerinde çalışıyorsunuz. Projenin gelişimi esnasında yapılacaklar listenizin devamlı olarak şişkinleştiğini; önemli kilometre taşlarını ertelediğinizi; yani sürekli vites küçülttüğünüzü fark edeceksiniz.

Örneğin, diyelim birkaç hafta içinde altı aydır geliştirip durduğumuz ürünümüzü hizmete açıyoruz. Yani önümüzde önemli bir kilometretaşı var.

Ancak kimse bu kilometre taşının farkında değil:

Bakıyoruz ki ortalıkta lanse edilmeye hazır olgun bir ürünümüz yok. Neyseki kalite kontrol ve testten sorumlu ekip arkadaşlarımız işlerini iyi yapmışlar ve yüzlerce yapılacak işimiz (ya da yazılım projeleri için: megabaytlar dolusu bir bug veritabanımız) var.

Kötü haber ise; ekibinizde kimse bu bug (hata) veritabanına aylardır elini bile sürmemiş. Ve siz birkaç gün içerisinde ürününüzü lanse etmekten bahsediyorsunuz.

Girişimci olarak bir karar almanız gerekirse
Gerekirse sabah akşam çalışılacak; ama bu veri tabanındaki tüm hataları ayıklamış olacağız!
diyerek bir savaş açabilirsiniz.

Ancak altı aylık birikmiş bir hata yığınını elinizde bir tabur yazılımcı olsa yine de birkaç haftada ayıklayamazsınız. Ve işin ilginci siz bu hataları ayıkladıkça sağdan soldan yeni yeni hatalar mantar gibi türeyecektir (tecrübeyle sabit).

Yani kazanan her zaman entropi olacaktır.

Tüm bug'lara teker teker savaş açmak mı?
Tamam, açalım. Elimizde kayıtlı 352 bug var. Bir o kadar da kayıt dışı olanı var bu böcüklerin.

Diyelim ki mucizevi bir şekilde her hatayı ortalama 15 dakikada çözdük. Tam tamına 88 adam x saatlik bir iş gücü demektir bu!

Ve hiçbir hata 15 dakikada ayıklanamaz.

Tüm bunların yanısıra, yöneteceğiniz insanlar, yapacağınız diğer işler varsa ve son birkaç haftasonunuzu tam kapasite bu hata ayıklama savaşına verdiyseniz ve yine de pek bir değişiklik yoksa; bir şeylerin yanlış gittiğini fark edeceksiniz.

Yazılım hataları işin sadece bir yüzü. Bir de bu hata ve değişikliklerin yansımaları var:
  • Pazarlama dokümanlarınız güncelliğini kaybetmiş; güncellemeniz gerekli.

  • Kullanıcı arayüzünüz değişmiş; bu değişikliğin yardım sayfalarına, sık sorulan sorulara; ürün tanıtımına ve diğer pazarlama materyaline yansıtılması gerekli.

  • Test senaryolarınız tarih öncesinden kalma. Güncellenmeleri ve lansman öncesi yeniden test yapılması gerekli.
Ve elinizde tek güvenilir kaynağınız: "hata veritabanı"nız.

Fakat; 352 bug ve 88 adam*saatlik iş mi? Durun bir dakika. Daha lanse edecek bir ürünüm var benim!

...

Böylesi bir felaket senaryosu karşısında soruna analitik olarak yaklaşmazsanız dağ gibi büyüyen sorunlarla baş başa bulursunuz kendinizi.

Öyleyse bir süreliğine katı ve kuralcı yönetici kimliğimizi bir kenarı bırakalım ve farklı bir şapka takalım:

352 x (15 dakika) = "imkânsız"

Bu (hayli makul ve iyimser) tahmin bile korku ve endişeden insanın kanını dondurmaya yetiyor.

Bir kez bu korkuyu üzerinden attı mı, mantıklı düşünebiliyor insan:

Peki o zaman ne yapmalı?

Benim önerim: Hemen başlayın!
Fakat, daha test etmediğim yüzlerce senaryo var.
Boşverin. Genel bir test yapın. Hemen şimdi. Ve başlayın.
Dur, dur, dur... Dinle. Ürün detayları dosyası (spec) henüz tamamlanmış değil. Hem yarın sabah dokuzda....
Sus! Sessiz... Otuz sayfa da yazsan bir paragraf da yazsan nasıl olsa senden başkası okumayacak. O zaman özet bir paragraf yaz ve hemen başla!

...

Bir yapılacaklar listeniz olabilir. Sizce bu listedeki maddeler "bir gün elbet" yapılacağı için mi ordalar?

Kesinlikle hayır!

Yapılacaklar listeniz sizin aslında "erteleme" listenizdir. Yapacağınız işi yapılacaklar listenize koyup, kendinize içinizden geldiğince erteleme hakkını veriyorsunuz.

Eğer varsa böyle bir listeniz bir göz gezdirin bakalım:
  • Kaç tane maddeyi ne zaman eklediğinizi bile unuttunuz?

  • Kaç tane maddenin nasıl yapılacağı konusunda en ufak bir fikriniz bile yok?

  • Kaç maddenin aslında yapılıp yapılmadığını bile bilmiyorsunuz?
Başlamadığınız sürece hiçbir şey olmaz.

...

Önce imkansızlıkları inceleyelim. Bu yazıya konu olabilecek iki tür imkansızlık var:
  • Ya yapacağınız işin boyutu öylesine büyüktür ki fazla bir zihinsel efor gerektirmese bile verilen zamanda yapılamsı olanaksızdır.

  • Ya da yapacağınız iş karmaşıktır; yoğun bir analiz gerektirir ve verilen zamanda yapılması imkansızdır.
Yapmanız gereken iş, sıkıcı ve çok da olsa beyninizi parçalayacak kadar zor da olsa yapmanız gereken tek bir şey var:

Başlamak!

Bu mudur yani? Bu kadarcık mı önerin?

Evet, budur. Başlayın. Ertelemeyin, beklemeyin, bahane üretmeyin, hemen ve şimdi başlayın.

İkna olmadınız mı?

Şu yapılacaklar listenize bir daha dönün.
  • Kaç tane "acil" ve "son derece önemli" olarak işaretlediğiniz görev üç aydır orada?

  • Peki altı aylık acil ve önemli görevler?

  • Ya bir yıldır orada duranlar?
Can sıkıcı değil mi?
İyi de başlasam bile nasıl bitireceğim ki...
Kendinizi eleştirmeyin.

Listenin en tepesindeki hatayı okumakla başlayın. Geride kaç tane hata kaldığını düşünmeyin bile. Ve bu hatayı düzeltmekle başlayın işe.

Bakın ilerler gibi oldunuz. Bir iki hata daha ayıklayın. Sanki biraz ivme kazandınız değil mi?

Ve bu durum kendinize olan güveninizi tazeledi:
İlerleme + İvme = Güven

Arada farklı şeyler de yapın


İster bitmez bir can sıkıcı işler listeniz olsun; isterse beyninizin fosfor ve oksijen gereksinimini üçe katlayan karmaşık bir problem; zihninizin tıkandığı, yaptığınız işin gerçekten size olanaksız geleceği anlar olacaktır.

O zaman; başka bir işle uğraşın.

Kendi alanımdan örnek verirsem:

Veritabanı kodlarken kritik bir noktada kitlendiniz ve nereye gideceğinizi kestiremiyor musunuz? O zaman kullanıcı arayüzü ile uğraşın.

Kullanıcının arayüzle en kolay nasıl etkileşeceğini bulmakta sorun mu yaşıyorsunuz? O zaman yarım bıraktığınız "arama motoru" özelliğinin nasıl daha hızlı ve verimli çalışacağını bulmaya çalışın.

Kod yazmaktan ve tasarım yapmaktan sıkıldınız mı? O zaman pazarlama planlarını güncelleyin; yardım dosyalarını elden geçirin.

Öncelikle takıldığınız/sıkıldığınız noktada odağınızı değiştirmek beyninize oynaması için yepyeni bir oyuncak vermek demektir. Ve beyin yeni zorluklara / yeni haberlere / yeni eğlencelere; kısacası yeni her türlü bilgiye bayılır.

Daha da önemlisi; siz uğraştığınız zorlu problemi bir kenarı bıraktığınızı düşünseniz de beyniniz arka planda bu olanaksız sorunu çözmek için çabalar durur. Onun için çoğu zaman ilham uyurken, duş alırken, gezinirken... yani beklenmedik anlarda insanın karşısına çıkar.

Beyniniz üzerinde çalıştığınız sorunun ne kadar önemli olduğunu bilir ve bir çözüm bulana kadar bu sorunun üzerinde çalışmaya devam eder. Ve gereken çözümü bulur da. Siz kapasitenize ve gücünüze inanın yeter.

Entropi her zaman kazanır.

Hayatı bazen kendimi ve yaşayışımı parça parça düzenlemek için kurulmuş bir "yapılacak işler" dizisi olarak görüyorum.

Bütüne bakıldığında, fark edilecek olan, bu görevler dizisinin yapılması olanaksız ve çok yoğun çaba gerektirecek olmasıdır.

İşin gerçeği; dünya takip edebileceğinizden çok daha hızlı bir ivme ile değişiyor.

Web dersleri

Alıntılar web ciler için



(cember.net'ten Halil Özgür Bey'in katkılarıyla)
  • Renk teorisi; renklerin kullanımı ve etkileri:
"Color Matters"
http:­/­/www­.colormatters­.com­/colortheory­.html

"Color Worqx"
http:­/­/www­.worqx­.com­/color­/
  • Her konuda genel başlangıç:
"W3CShools"
http:­/­/www­.w3schools­.com­/
  • "Standardlar Erişilebilirlik"
http:­/­/www­.w3­.org­/
http:­/­/www­.w3­.org­/WAI­/
  • "CSS"
http:­/­/www­.csszengarden­.com­/
http:­/­/www­.positioniseverything­.net­/
  • "Kullanıcı Taraflı Betik (client-side scripting)"
http:­/­/onlinetools­.org­/articles­/unobtrusivejavascript­/ (alışkanlıklarınızı değiştirin)
http:­/­/www­.quirksmode­.org­/ (çapraz-tarayıcı uyumlu kodlama için harika bir referans)
  • Genel Referans:
"Zeldman.com"
http:­/­/www­.zeldman­.com­/

"Man in blue"
http:­/­/www­.themaninblue­.com­/